Ana içeriğe atla

Abdülhamid'in Tahta Çıkışı

Abdülhamid'in tahta çıkışı ile ilgili bir iddia şu yöndedir: "...Sultan Aziz'in ölümünü ve Sultan Murad'ın aklını kaybettiğini gören Şehzade Abdülhamid, bir an önce tahta çıkmak arzusuyla çalışmalara başladı. 

Eniştesi Fethi Paşazade Mahmud Celaleddin Paşa aracılığıyla, Rumeli'de bulunan Serdar-ı Ekrem Abdülkerim Nadir Paşa'nın İstanbul'daki vekili Serasker Redif Paşa'yı elde etti. İstanbul'daki askerin en büyük komutanı taraftarı olunca, Mütercim Rüşdi ve Midhat paşalar da tahta çıkarılmasını görüşmek üzere Abdülhamid'in Kâğıthane'deki köşküne geldiler. 

Veliaht Şehzade Abdülhamid, Rüşdi Paşa'nın sadarette kalacağını, Midhat Paşa'nın en büyük arzusu olan Kanun-ı Esasi'yi ilan edeceğini vaad ederek onları da tarafına çekti. Hatta 'usul-i meşrutiyet ve meşverete dayanmayan bir hükümeti kabul etmem' diyerek pırlantadan kol düğmelerini de Midhat Paşa'ya hediye etti. Bu görüşmede Sultan Murad'ın tahttan indirilmesine karar verildi..."

^ I. Meşrutiyet'in mimarlarından Midhat Paşa'nın kişilik özelliklerinde olumsuz pek çok yandan da bahsedilmektedir. Yılmaz Öztuna; Hüseyin Avni Paşa gibi kişileri öldürmese bile kendinin önüne çıkan kişinin düşünmeden azlini ve sürülmesini sağlamakla kalmayıp içki alemlerinde farkında olmadan devlet sırlarını açık ettiğini hatta birgün bir içki sofrasında "Neden III. Napolyon gibi imparator olmuyorum Ali Osmani olurda Ali Mithadi niye olmasın" şeklinde yarı esprili konuşmasının İstanbul tarafından duyulduğunu ve sıklıkla boşboğazlık yaptığını belirmektedir.

İkinci sadrazamlığı ile ilgili fal baktırıp 16 sene kalacağını öğrendiği ve bu boş boğazlığının II. Abdülhamid'in kulağına gidebileceği kendine hatırlatıldığında "arkamda koca bir millet var bir şey olmaz" diye bir böbürlenme, bir umursamazlık içinde olduğu belirtilmektedir. 

Tarihçilerden Yavuz ve Serdar Özgüldür yazdıkları bir makalede bu özellikleri ile Midhat Paşa'nın çok iyi bir idareci olmasına karşın Kanun-i Esasi'nin hazırlanması ve kabulündeki çabaları hariç zeki bir politikacı olmaktan, temkinli ve basiretli bir devlet adamı niteliği sergilemekten uzak olduğunu belirtmektedirler.

1875'te Sultan Abdülaziz'in borçları ödeyemeyeceğine dair Ramazan Kararnamesi öncesinde tarihçi Yılmaz Öztuna'nın iddiasına göre, devletin bu kararını önceden bilen Midhat Paşa ve Damat Mahmud Paşa karar açıklanmazdan evvel ellerindeki borç tahvillerini satarak büyük kazanç sağlamışlardır. İlaveten kendinin İngiliz etkisinde ve hayranlığında olduğu da çeşitli kaynaklarda belirtilmektedir.

Bir iddiaya göre Taif'te II. Abdülhamid tarafından boğdurulan Mithad Paşa'nın boğulmayıp Avrupa'ya kaçtığı dedikoduları üzerine kesik başı kendisine getirilip ve gösterilmiş, II. Abdülhamid "Sonunda ondan kurtuldum" demiştir. Ancak Yılmaz Öztürk'ün bu iddiası tam doğrulanamamaktadır. 

Çünkü Midhat Paşa'nın öldürülmesi emrinin II. Abdülhamid tarafından verilmediği yönünde de önemli iddialar bulunmaktadır. Bazı tarihçiler İngiltere'nin onu kurtarmak için Arabistan'a bir gemi gönderdiğini bile iddia etmekle birlikte bu yönde de somut bir delil yoktur. Bu sebeple Midhat Paşa'nın ölümü ve Taif'te olanlar hala çözülememiştir.

^ Gladstone, 1876 yılında Bulgarlar tarafından çıkarılan isyanın bastırılmasındaki olayları kullanarak, bir yandan 1874 yılındaki seçim yenilgisi nedeniyle ayrılmak zorunda kaldığı parti liderliğine tekrar geri döndü, diğer yandan din öğretileri gereği Hristiyanları koruma adına İngiltere kamuoyunda Türklere karşı önemli ölçüde kin ve nefret uyandırdı. Gladstone, "Bulgarian Horrors and the Question of the East (Bulgar vahşeti ve Doğu Sorunu)" adlı broşürünü 6 Eylül 1876'da yayınladı. 

Broşürde Türklerin öncelikle Balkanlar'dan müteakiben geldikleri yere gönderilmesinden bahsetmektedir. Broşür ilk çıktığında 200.000 adet gibi o döneme göre önemli bir satış yaptı. İngiliz kamuoyunun Osmanlı Devleti'ne karşı dönmesinin sonucu kısa vadede kendisini gösterdi. 

12 Aralık 1876 - 20 Ocak 1877 tarihlerinde yapılan İstanbul konferansına İngiltere delegesi olarak, kamuoyunda Türk dostu olarak bilinen ve Bulgar İsyanı'nda Osmanlı'nın safını tutan İstanbul Büyükelçisi Sir Henry Elliot'un yerine Türk karşıtı ve Osmanlı devletinin muhafazasını içeren geleneksel politikaya karşı, Hindistan İşleri Bakanı, Robert Marquis Salisbury atandı.

^ Osman Nuri Topbaş, Abide Şahsiyetleri ve Müesseseleriyle OSMANLI, Erkam Yayınları, 2013 ve diğer bazı eserlerde (Mustafa Müftüoğlu, Her Yönüyle Sultan Abdülhamid, s. 78-82. 

Bu kitabın 2 cilt halinde tıpkı basımı "Tarihin Hükmü Abdülhamid Kızıl Sultan mı?" Sena Neşriyat (1989), 1.Cilt, s.78-82) şöyle bir iddiada bulunulmaktadır: Sultan Abdülhamid, tahta yeni geçmiş bulunuyordu. Henüz devletin dizginleri tam mânâsıyla elinde değildi. Hükûmete ihtilâlci bir kadro hâkimdi. 

Sultan, onlara -zannettikleri gibi- İngiltere’nin böyle bir bâ­di­rede bizim yanımızda yer almayacağını ispat için İngiliz büyükelçisi Layart’ı da huzûruna çağırarak hükûmet erkânı ile bir müzâkerede bulundu. 

Layart, hükûmeti nâmına bu toplantıda İngiltere’nin Rusya’ya karşı olan siyâseti dolayısıyla şâyet bir Türk-Rus harbi çıkarsa, bizim muvaffakıyetimizden memnûn olacaklarını söylemekle birlikte, hiçbir sû­ret­te bizim yanımızda yer almayacaklarını kat’î bir dille ifâde etti. Buna rağmen Mithat Paşa ve avanesi, kolay bir zafer elde edebileceklerini umarak Sultan Abdülhamîd Hân’ı dinlemeyip Rusya’ya harp îlân ettiler/istediler. 

Veya Müftüoğlunun değişiyle 18 Ocak 1877 tarihli toplantıda harb istediler. Muradına erdiler... "İngiliz elçisinin Osmanlı Rus savaşında kendilerinden destek beklememeleri yönündeki beyanı doğru olsa da, diğer buralarda geçen ve iddia edilen ifadelerin tamamına Sina Akşin ve Salih Erol gibi tarihçiler karşı çıkmaktadır.." 

Yine Armağan tarafından da şu iddiada bulunulmaktadır: "...Nitekim savaşa girilmesini istemediği (işin ilginç tarafı Rus Çarı da girmek istemiyordu, Karadağ’da bir ilçeyi verin, bununla kamuoyunu tatmin edeyim, savaş çıkmasın diye mektup yolladığı) halde savaş darbecilerin zorlamasıyla açılmıştı..."'

" Karadağ'a Osmanlı topraklarından bir kısım yerlerin verilmesi yönündeki teklif haricinde, Mustafa Armağan'ın iddiası da bazı tarihçilerce Karadağ lehine sınır tashihi yönünden kısmen doğru olarak değerlendirilmektedir. 

Zira İlber Ortaylı, ise şunu belirtmektedir: "Aslında Rusya’nın istekleri Paris Kongresi’nin tashihi üzerineydi. Ruslar, Balkanlar’da, Karadağ lehinde istedikleri sınır tashihini bile gittikçe azalttılar. II. Aleksandr, Rusya’nın bir harbe hemen girecek durumda olmadığının farkındaydı fakat Babıâli tarafından hiç taviz verilmedi. 

24 Nisan 1877’de Rusya savaş ilan etti..." Buradaki iddialara karşı tarihçilerden Sina Akşin ve Salih Erol ise 2.Abdülhamid'in savaş isteyip istememesi ve Mithad Paşa'nın İbrahim Ethem Paşa'nın buradaki tutum ve konumu yönünden farklı görüştedir. Bu tarihçilere göre;

Bilinenin ve iddia edilenin aksine Mithat Paşa, 93 Harbinin çıkmasından Rusya'nın savaş ilanından 2,5 ay önce II. Abdülhamid'ce görevden alınmıştır, sürgüne gönderilmiştir. 93 Harbine hiçbir şekilde katılımı yönetimi söz konusu olmamıştır. Ancak Tersane Konferansı'ndaki başarısızlık nedeniyle görevden alınması muhtemel olabilir.

İddia edilenin aksine ne Meclisi Mebusan ne Mithat Paşa ve arkadaşları ne Sultan Abdülhamid, Rusya'ya harp ilan etmemiştir. Burada Rusya kendi 12 Nisan'da gönderdiği ültimatom ile tersane konferansındaki şartları biraz yumuşatıp taviz verip, kendi şartlarının kabulünü talep etmiş, ancak bu talepleri de Mithat Paşa yerine atanan hükûmetçe kabul edilmeyince 24 Nisan 1877'de Osmanlı Devletine Ruslar harb ilan etmiştir.

İbrahim Edhem Paşa 93 Harbi öncesi ve harb sırasında sadrazam olup, 12 Nisan'daki Rus ültimatomunu kendi ve hükûmeti reddetmiştir. 93 Harbinin sonuna doğru görevden alınmıştır. Mithad Paşa gibi sürgüne gönderilmeyip, Yıldız Mahkemesinde de yargılanmayıp görevden alınması sonrası büyükelçi yapılmış sonrasında yine II. Abdülhamid'ce dahiliye nazırlığına kadar getirilmiştir. 

Kendisi Abdülmecid döneminde de, Abdülaziz, V. Murat dönemlerinde de görev almış kişilerdendir, Genç Osmanlı değildir; Mithad Paşa ile arası iyi değildir; Meşrutiyet yanlısı değildir; Abdülaziz'in azline iştirak etmemiştir, Yıldız Mahkemesinde yargılanmamıştır; kısacası II. Abdülhamid'in güvendiği kişilerdendir. Mason locası üyeliği sorgulanabilir, ancak locaya üyeliğini II. Abdülhamid de, ondan önceki padişah V. Murat da hatta Abdülaziz de bilmektedir. 

Kaldı ki görevden akıl sağlığının yerinden olmadığından bahisle alınan V. Murat da mason locasına üyedir. Tersane Konferansındaki kararlara, İbrahim Edhem Paşa'da karşı çıkmıştır; buna rağmen bizzat II. Abdülhamid'ce sadrazamlığa getirilmiştir. 

İlaveten Mithad Paşa sonrası, Tersane Konferansı akabinde bir kısım maddeleri değiştirerek Londra Protokolü denen bir metin Mart 1877 sonunda Osmanlı'ya tekrar sunulmuştur. İbrahim Edhem Paşa ve hükûmeti teklifi reddetmiş, vekiller heyeti de reddetmiştir. Bu da bahse konu taleplerin kabul edilebilir hiçbir yanının Osmanlı için olmadığının göstergesidir. 

Diğer taraftan Rusların Tersane konferansı sonrasında 12 Nisan'daki istemlerinde bir azaltmada bulunduğu ortadadır. Ancak bu istemler de tüm istemler gibi İbrahim Edhem Paşa ve kabinesince de reddedilmiştir. 

Zira Prof Dr. Sina Akşin Büyük Türkiye Tarihi 3.Cilt 1600-1908 adlı eserinde de belirtildiği gibi: "...Bu da gösterir ki Avrupa müdahalesine karşı gösterilen (katı) "savaşçı" tutum Midhat'tan kaynaklanmıyordu. Ülkenin genel havası buydu ve bazı tezahürleriyle toplumsal bir hezeyan derecesindeydi. Bizzat Abdülhamit'in bu havanın çok dışında olduğuna inanmak zordur. Sonuç olarak Ruslar savaş ilan ettiler. (24 Nisan 1877)..."

^ II. Abdülhamid'in kendi istibdat rejimi ve I. Meşrutiyet'teki meclisi kapatması ile ilgili bazı uzman, araştırmacı ve II. Abdülhamid savunucuları haklı olduğunu, bu yapılanla ve başkaca hareketlerle kendinin Osmanlı Devleti'nin ömrünü 30-40 yıl daha uzatmış olduğu ileri sürmektedir. Bu kişilere göre: "

•Düvel-i Muazzama'nın bu meclisin açılmasını demokrasi ve insan hakları için değil, kendi adamları olan milletvekilleri eliyle iç idareye daha rahat karışabilmek için istediği öne sürülmüştür. •İcrayı baskı altında tutan bir meclis vardı. 

•Azınlık milletvekilleri, her bir grup arkasına bir Avrupa Devletini alarak, üyesi olduğu bağımsız devletler kararı çıkarmak için uğraşmaktaydılar. Girit, Teselya ve Yanya'nın Yunanistan'a bırakılması gerektiğini ifade eden vekiller çıkmıştır."

Bu görüşü savunanlara destek olarak şu görüşlerde ileri sürülmüştür: 

•Meclisi oluşturanların çoğu gayrimüslimdir. Ancak yüzde kırkı müslümandır (Türktür). 

•93 Harbi’nde Osmanlı topraklarının üçte biri kaybedilmişti. 

Bu çapta bir toprak kaybı karşısında meclisteki farklı milliyetlere mensup üyeler paniğe kapılmış, her biri kendi milletinin topraklarını kurtarma telaşına düşmüştü. Birleştirici olacağı ümidiyle kurulan meclis, tam tersine bölücü bir meclis olmuştu. 

İki seçenek vardı: Ya parçalanmaya seyirci kalmak ama meşrutiyetten taviz vermemek ya da meşrutiyeti askıya almak ama ülkeyi parçalanmaktan kurtarmak. Abdülhamid ikincisini seçti ki, aynı durumda devlet refleksi zaten başkasını yapmasına müsaade etmezdi"[48] Ancak bazı tarihçilere göre görüşlere tam olarak katılabilme olanağı bulunmamaktadır. 

Mesela tarihçi Mesut Karakulak'a göre I. Meşrutiyet döneminde, Meclisi Mebusan'ın ne birinci ve ne ikinci döneminde Meclisi oluşturanların çoğu gayrimüslim değildir. Tam aksine çoğu milletvekili Müslümandır. Yine tarihçi Mesut Karakulak'a göre; Meclis'te gayrimüslim oranının üçte bir gibi bir oranla ayarlanmaya çalıştığı görülmektedir. 

Dahası 1. ve 2. Dönem Meclisi Mebusan'ın gayrimüslim vekillerine hele Ermeni vekillere bakılınca hiçte öyle Osmanlı Devletine karşı bir politika içinde oldukları yönünde biri şüpheli iki olay haricinde bir bulguya rastlanmamaktadır. 

Zira Rus ordusunun eylemlerini bu mebuslarında kınadığı askerlere yardım kampanyasına destek verdikleri, savaş sırasında kaçan Rumeli göçmenlerinin iyi koşullarda zarar görmemesi için tedbir alınması yönünde teklifler verdikleri görülmektedir. Ancak tek sorun tartışma çıkaran olay Ermeni vekillerin bazılarının konuşmalarını bir oturumda Türkçe yerine kendi dilleri ile yapmak istemeleridir. 

Diğer şüpheli olabilecek olay Rus orduları Yeşilköy’e geldiği zaman bir gurup Ermeni, Ermeni milletini temsil ettiklerini söyleyerek Osmanlı Devleti’nin durumundan yararlanmak için Londra’ya giderek II. Alexander’e başvurmuşlardı. 

İsteklerinde Lübnan’da otonom bir devlet kurmak istediklerini belirtmişlerdi. Aynı heyet Berlin Antlaşması’ndan hemen önce Rusları ve Fransız dışişleri bakanı Waddington’u ziyaret etmiş ancak sonuç alamamıştır. 

Bunlardan başka Yeşilköy’e gelen Rus komutan Grandük Nikola’ya Patrik Nerses'in, üç kişilik bir heyet gönderdiği bağlılığını bildirdiği iddia edilmekteydi (ki muhtemelen doğruydu ama ne hikmetse II. Abdülhamid savaş sonrası bu iddialara konu patriğin 2 defa kendinin sunduğu istifa talebini bile bir türlü kabul etmeyip görevde kendini tutmuştur. 

Bunun nedeni de ayrıca bir muammadır.). Bu olaylara Ermeni vekiller sert tepki göstermiştir. Mina Efendi bu haberlerin gerçekliğinin açığa çıkarılmasını istemiştir. 

Manok Efendi ise beş yüz yıldır aradığı eşitliği ve adaleti burada bulduklarını, kendinin Halep’te bulunan Ermeniler adına konuştuğunu belirtmiştir. Halep Ermenilerinin Rus himayesi istemediklerini ve bu konuşmasının da basında yayınlanmasını özellikle istemiştir... 

Bu durumda bu olay konusunda Patrik'le ilişkileri var mıydı yok muydu bilinmeyip diğer olaylarda da Osmanlı lehine hareket ettikleri düşünülürse bu vekillerin bu görüşmeyi önceden bilip bilmediğini ispatlayacak bir delil de bulunamadığından tarihçi Karabulak'a göre gayrimüslim Ermeni vekillerin bile mecliste bağımsızlık veya milletvekillerinin kendi topraklarını kurtarmadan çok Osmanlıcılık peşinde oldukları görülmektedir. Kısacası iddiaların aksine Osmanlıcılık akımının mecliste aktif olduğunu belirtmektedir.

^ Ingiliz ajanı olmadığı yönündeki görüşler şöyledir.Bu görüştekilerden biri olan Mehmet Mazlum Çelik'e göre öncelikle Ali Suavi'nin darbe girişiminde bir İngiliz desteği Marie adlı bir ingiliz ajanının herhangi bir parmağı bulunmamakla bu iddialar yalanlanmıştır. 

Tam aksine II. Abdülhamid ailesinin ve kendinin hayatının tehlikede olduğunu düşünerek İngiliz Büyükelçisi Henry Layard’ı saraya davet ederek elçiden İngiltere’nin olası bir darbe karşısında kendi ve ailesinin hayatını korumasını talep etmiştir. 

Bunun üzerine Birleşik Krallığa ait zırhlı savaş gemisi İstanbul’a gelmiştir, İngiltere ile bir kaç ay kadar iyi ilişkiler geliştirilmiş ancak İngiltere de bunun karşılığında sonrasında Kıbrıs'ı talep etmiş ve II. Abdülhamid sonradan büyük pişmanlık duyacağı bu talebi kabul etmiştir. Berlin Anlaşması sonrasında Kıbrıs'ı bir daha geri almak mümkün olmamış ve II. Abdülhamid'de bu şekilde durumun idare edilemeyeceğini anlayıp Yıldız İstihbarat Teşkilatı'nı kurma kararı almıştır. 

Diğer bir tarihçi Abdülkerim Buğrahan Bulut, Ali Suavi'nin İngilizlerle ilişkisi olduğunu doğrulamaktadır ancak bu onların darbeye iştirak ettiği anlamına gelmemektedir. 

Zira II. Abdülhamid de dahil devlet erkanının çoğu o dönemde Rusya'ya karşı Osmanlı İmparatorluğu'nun yıkılmasını engelleyen en önemli dış güçlerden biri olan Birleşik Krallık ile sürekli irtibat halindedir. 

Ayrıca o sırada İngiltere'de savaşın bitmesini istemektedir, II. Abdülhamid de bu görüştedir, üstelik Kıbrıs'ı da İngilizlerin talebi ile üs olarak da onlara vermiştir. Ali Suavi'nin bu baskındaki amacı ise II. Abdülhamid'i ilk başta devirmek değil, ilk önce V. Murad'ı kaçırıp sonrasında tahta oturtmaktadır. 

150-200 kadar adamla darbe yapılamayacağını ancak adam kaçırılacağını herhalde kendi de çok iyi bilmektedir. (Yine tarihçilerden İsmail Hakkı Uzunçarşılı da çok öncesindeki bu konudaki makalesinde, bu yazar ile aynı görüştedir) Öte yandan yine bu tarihçilere göre Ali Suavinin

Kendisi Abdülmecid döneminde de, Abdülaziz, V. Murat dönemlerinde de görev almış kişilerdendir, Genç Osmanlı değildir; Mithad Paşa ile arası iyi değildir; Meşrutiyet yanlısı değildir; Abdülaziz'in azline iştirak etmemiştir, Yıldız Mahkemesinde yargılanmamıştır; kısacası II. Abdülhamid'in güvendiği kişilerdendir. 

Mason locası üyeliği sorgulanabilir, ancak locaya üyeliğini II. Abdülhamid de, ondan önceki padişah V. Murat da hatta Abdülaziz de bilmektedir. Kaldı ki görevden akıl sağlığının yerinden olmadığından bahisle alınan V. Murat da mason locasına üyedir. 

Tersane Konferansındaki kararlara, İbrahim Edhem Paşa'da karşı çıkmıştır; buna rağmen bizzat II. Abdülhamid'ce sadrazamlığa getirilmiştir. İlaveten Mithad Paşa sonrası, Tersane Konferansı akabinde bir kısım maddeleri değiştirerek Londra Protokolü denen bir metin Mart 1877 sonunda Osmanlı'ya tekrar sunulmuştur. 

İbrahim Edhem Paşa ve hükûmeti teklifi reddetmiş, vekiller heyeti de reddetmiştir. Bu da bahse konu taleplerin kabul edilebilir hiçbir yanının Osmanlı için olmadığının göstergesidir. Diğer taraftan Rusların Tersane konferansı sonrasında 12 Nisan'daki istemlerinde bir azaltmada bulunduğu ortadadır. 

Ancak bu istemler de tüm istemler gibi İbrahim Edhem Paşa ve kabinesince de reddedilmiştir. Zira Prof Dr. Sina Akşin Büyük Türkiye Tarihi 3.Cilt 1600-1908 adlı eserinde de belirtildiği gibi: "...Bu da gösterir ki Avrupa müdahalesine karşı gösterilen (katı) "savaşçı" tutum Midhat'tan kaynaklanmıyordu. 

Ülkenin genel havası buydu ve bazı tezahürleriyle toplumsal bir hezeyan derecesindeydi. Bizzat Abdülhamit'in bu havanın çok dışında olduğuna inanmak zordur. Sonuç olarak Ruslar savaş ilan ettiler. (24 Nisan 1877)..."


^ II. Abdülhamid'in kendi istibdat rejimi ve I. Meşrutiyet'teki meclisi kapatması ile ilgili bazı uzman, araştırmacı ve II. Abdülhamid savunucuları haklı olduğunu, bu yapılanla ve başkaca hareketlerle kendinin Osmanlı Devleti'nin ömrünü 30-40 yıl daha uzatmış olduğu ileri sürmektedir. Bu kişilere göre: "

•Düvel-i Muazzama'nın bu meclisin açılmasını demokrasi ve insan hakları için değil, kendi adamları olan milletvekilleri eliyle iç idareye daha rahat karışabilmek için istediği öne sürülmüştür. 

•İcrayı baskı altında tutan bir meclis vardı. 

•Azınlık milletvekilleri, her bir grup arkasına bir Avrupa Devletini alarak, üyesi olduğu bağımsız devletler kararı çıkarmak için uğraşmaktaydılar. Girit, Teselya ve Yanya'nın Yunanistan'a bırakılması gerektiğini ifade eden vekiller çıkmıştır." Bu görüşü savunanlara destek olarak şu görüşlerde ileri sürülmüştür: 

•Meclisi oluşturanların çoğu gayrimüslimdir. Ancak yüzde kırkı müslümandır (Türktür). 

•93 Harbi’nde Osmanlı topraklarının üçte biri kaybedilmişti. Bu çapta bir toprak kaybı karşısında meclisteki farklı milliyetlere mensup üyeler paniğe kapılmış, her biri kendi milletinin topraklarını kurtarma telaşına düşmüştü. 

Birleştirici olacağı ümidiyle kurulan meclis, tam tersine bölücü bir meclis olmuştu. İki seçenek vardı: Ya parçalanmaya seyirci kalmak ama meşrutiyetten taviz vermemek ya da meşrutiyeti askıya almak ama ülkeyi parçalanmaktan kurtarmak. Abdülhamid ikincisini seçti ki, aynı durumda devlet refleksi zaten başkasını yapmasına müsaade etmezdi" 

Ancak bazı tarihçilere göre görüşlere tam olarak katılabilme olanağı bulunmamaktadır. Mesela tarihçi Mesut Karakulak'a göre I. Meşrutiyet döneminde, Meclisi Mebusan'ın ne birinci ve ne ikinci döneminde Meclisi oluşturanların çoğu gayrimüslim değildir. Tam aksine çoğu milletvekili Müslümandır. 

Yine tarihçi Mesut Karakulak'a göre; Meclis'te gayrimüslim oranının üçte bir gibi bir oranla ayarlanmaya çalıştığı görülmektedir. Dahası 1. ve 2. Dönem Meclisi Mebusan'ın gayrimüslim vekillerine hele Ermeni vekillere bakılınca hiçte öyle Osmanlı Devletine karşı bir politika içinde oldukları yönünde biri şüpheli iki olay haricinde bir bulguya rastlanmamaktadır. 

Zira Rus ordusunun eylemlerini bu mebuslarında kınadığı askerlere yardım kampanyasına destek verdikleri, savaş sırasında kaçan Rumeli göçmenlerinin iyi koşullarda zarar görmemesi için tedbir alınması yönünde teklifler verdikleri görülmektedir. Ancak tek sorun tartışma çıkaran olay Ermeni vekillerin bazılarının konuşmalarını bir oturumda Türkçe yerine kendi dilleri ile yapmak istemeleridir. 

Diğer şüpheli olabilecek olay Rus orduları Yeşilköy’e geldiği zaman bir gurup Ermeni, Ermeni milletini temsil ettiklerini söyleyerek Osmanlı Devleti’nin durumundan yararlanmak için Londra’ya giderek II. Alexander’e başvurmuşlardı. İsteklerinde Lübnan’da otonom bir devlet kurmak istediklerini belirtmişlerdi. 

Aynı heyet Berlin Antlaşması’ndan hemen önce Rusları ve Fransız dışişleri bakanı Waddington’u ziyaret etmiş ancak sonuç alamamıştı Bunlardan başka Yeşilköy’e gelen Rus komutan Grandük Nikola’ya Patrik Nerses'in, üç kişilik bir heyet gönderdiği bağlılığını bildirdiği iddia edilmekteydi (ki muhtemelen doğruydu ama ne hikmetse II. Abdülhamid savaş sonrası bu iddialara konu patriğin 2 defa kendinin sunduğu istifa talebini bile bir türlü kabul etmeyip görevde kendini tutmuştur. Bunun nedeni de ayrıca bir muammadır.). 

Bu olaylara Ermeni vekiller sert tepki göstermiştir. Mina Efendi bu haberlerin gerçekliğinin açığa çıkarılmasını istemiştir. Manok Efendi ise beş yüz yıldır aradığı eşitliği ve adaleti burada bulduklarını, kendinin Halep’te bulunan Ermeniler adına konuştuğunu belirtmiştir. Halep Ermenilerinin Rus himayesi istemediklerini ve bu konuşmasının da basında yayınlanmasını özellikle istemiştir... 

Bu durumda bu olay konusunda Patrik'le ilişkileri var mıydı yok muydu bilinmeyip diğer olaylarda da Osmanlı lehine hareket ettikleri düşünülürse bu vekillerin bu görüşmeyi önceden bilip bilmediğini ispatlayacak bir delil de bulunamadığından tarihçi Karabulak'a göre gayrimüslim Ermeni vekillerin bile mecliste bağımsızlık veya milletvekillerinin kendi topraklarını kurtarmadan çok Osmanlıcılık peşinde oldukları görülmektedir. Kısacası iddiaların aksine Osmanlıcılık akımının mecliste aktif olduğunu belirtmektedir.


^ Ingiliz ajanı olmadığı yönündeki görüşler şöyledir.Bu görüştekilerden biri olan Mehmet Mazlum Çelik'e göre öncelikle Ali Suavi'nin darbe girişiminde bir İngiliz desteği Marie adlı bir ingiliz ajanının herhangi bir parmağı bulunmamakla bu iddialar yalanlanmıştır. 

Tam aksine II. Abdülhamid ailesinin ve kendinin hayatının tehlikede olduğunu düşünerek İngiliz Büyükelçisi Henry Layard’ı saraya davet ederek elçiden İngiltere’nin olası bir darbe karşısında kendi ve ailesinin hayatını korumasını talep etmiştir. 

Bunun üzerine Birleşik Krallığa ait zırhlı savaş gemisi İstanbul’a gelmiştir, İngiltere ile bir kaç ay kadar iyi ilişkiler geliştirilmiş ancak İngiltere de bunun karşılığında sonrasında Kıbrıs'ı talep etmiş ve II. Abdülhamid sonradan büyük pişmanlık duyacağı bu talebi kabul etmiştir. 

Berlin Anlaşması sonrasında Kıbrıs'ı bir daha geri almak mümkün olmamış ve II. Abdülhamid'de bu şekilde durumun idare edilemeyeceğini anlayıp Yıldız İstihbarat Teşkilatı'nı kurma kararı almıştır. 

Diğer bir tarihçi Abdülkerim Buğrahan Bulut, Ali Suavi'nin İngilizlerle ilişkisi olduğunu doğrulamaktadır ancak bu onların darbeye iştirak ettiği anlamına gelmemektedir. Zira II. Abdülhamid de dahil devlet erkanının çoğu o dönemde Rusya'ya karşı Osmanlı İmparatorluğu'nun yıkılmasını engelleyen en önemli dış güçlerden biri olan Birleşik Krallık ile sürekli irtibat halindedir. 

Ayrıca o sırada İngiltere'de savaşın bitmesini istemektedir, II. Abdülhamid de bu görüştedir, üstelik Kıbrıs'ı da İngilizlerin talebi ile üs olarak da onlara vermiştir. Ali Suavi'nin bu baskındaki amacı ise II. Abdülhamid'i ilk başta devirmek değil, ilk önce V. Murad'ı kaçırıp sonrasında tahta oturtmaktadır. 

150-200 kadar adamla darbe yapılamayacağını ancak adam kaçırılacağını herhalde kendi de çok iyi bilmektedir. (Yine tarihçilerden İsmail Hakkı Uzunçarşılı da çok öncesindeki bu konudaki makalesinde, bu yazar ile aynı görüştedir) Öte yandan yine bu tarihçilere göre Ali Suavinin kendisi V. Murad'ı tahta geçirip Ruslarla olan savaşa devam etme niyetindedir. 

Bu durum o sıradaki İngiliz çıkarlarına aykırıdır. Bu durumda Kıbrıs'ı zaten vermeye niyetli o sırada Ruslarla barış yanlısı tutuma giren II. Abdülhamid'i devirmek için İngilizlerin hiçbir nedeni bulunmamaktadır. 

Zaten II. Abdülhamid'in bu sıradaki savaşı sonlandırma düşüncesi İngilizlerin kendi çıkarları ile uyumludur. Bu tarihçilere göre Ali Suavi'ye bu yönde ithamlarda bulunanlar saraya yaranmak ve korkuları yüzünden bu iddialarda bulunmuş ve üretmişlerdir bu mesnetsiz iddialar günümüze kadar gelmiştir. 

Bu arada yine bu tarihçilere göre Marie Stewar Lugh adlı İngiliz ajanı olduğu söylenen kişi Ali Suavi'nin eşidir. Londra'da Muhbir gazetesini çıkarırken tanışmışlardır, epey bir zamandır evlidirler.

Suavi'nin öldürülmesi sonrası belgeleri yakarak kaçtığı doğrudur sonrasında İngiltere'de bir Ermeni ile evlenmiştir. Ancak İngiliz ajanlığı yönünde tam bir bulgu elde edilememiştir. Öte yandan Ali Suavi'nin İngiliz ajanı olmayacağı yönündeki iddialara bir destekte tarihçi Hüseyin Çelik'ten gelmektedir. 

Zira Suavi, bu olaydan hemen öncesinde Osmanlı-Rus Savaşı ile ilgili olarak İngiltere aleyhine yazdığı yazıyla da İngiliz elçisi Henry Layard’ın tepkisini çekmiş ve bizzat Layard kendini Babıâli’ye şikâyet ederek Suavi’yi Galatasaray Lisesi'ndeki görevinden aldıranlardan biri olmuştur. Suavi'nin Rus ajanı olduğunu iddia etmek ise hiç mümkün değildir. Bununla birlikte ne olursa olsun bu olayların II. Abdülhamid'in vehmini arttırdığı ortadadır.

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

OSMANLI İMPARATORLUĞU TARİHİ KRONOLOJİSİ

  OSMANLI İMPARATORLUĞU TARİHİ Osmanlı Padişahları Sıralaması ve Soy Ağacı  OSMANLI PADİŞAHLARI  - ERTUĞRUL GAZİ - OSMAN GAZİ HAN  ---- Osman Gazi Han Dönemi 1281-1324 ---- Osman Gazi Han Kronolojisi - Orhan Gazi Han ----Orhan Gazi Han Dönemi (1324-1362) - I. Murad (1359 – 1389) I. Bayezid – Yıldırım Bayezid (1389 – 1402) I. Mehmed (1413 – 1421) II. Murad (1421 – 1451) Fatih Sultan Mehmed (1451 – 1481) II. Bayezid (1481 – 1512) Yavuz Sultan Selim (1512 – 1520) Kanunî Sultan Süleyman (1520 – 1566) II. Selim (1566 – 1574) III. Murad (1574 – 1595) III. Mehmed (1595 – 1603) I. Ahmed (1603 – 1617) I. Mustafa (1617 – 1618 / 1622 – 1623) Genç Osman (1618 – 1622) IV. Murad (1623 – 1640) İbrahim (1640 – 1648) IV. Mehmed (1648 – 1687) II. Süleyman (1687 – 1691) II. Ahmed (1691 – 1695) II. Mustafa (1695 – 1703) III. Ahmed (1703 – 1730) I. Mahmud (1730 – 1754) III. Osman (1754 – 1757) III. Mustafa (1757 – 1774) I. Abdülhamid (1774 – 1789) III. Selim (1789 – 1807) IV. Mustafa (1...

II. Mehmet (Fatih Sultan Mehmed)

  II. Mehmet (Fatih Sultan Mehmed)  Babası : İkinci Sultan Murad  Annesi . Huma Hatun  Doğumu : 29 Mart 1432  Vefatı : 3 Mays 1481  Saltunatı : 1451 - 1481 (30) sene Fatih Sultan Mehmed Han Hazretleri, uzun boylu, dolgun yanaklı, kırmızı - beyaz tenli, kırık burunlu, kolları adaleli ve kuvvetli bir padişahtı. Devrinin en büyük ulemasından birisi idi. Yedi tane yabancı lisan bilirdi. Âlim, şâir ve sanatkârları toplar ve onlarla sohbetten çok hoşlanırdı. Gayet soğukkanlı ve cesurdu. Eşsiz bir kumandan ve idareci idi. Yapacağı işler hususunda, en yakınlarına bile hiç birşey sızdırmazdı. Fatih Sultan Mehmed'in ömrü seferlerle geçti. Yıkılmaz diye bilinen Bizans'ı yıktı. İstanbul'u fethetti. Ayasofya kilisesini câmiye çevirdi. Kryamete kadar câmi olarak kalmasını istedigi bu muhteşem mâbed için mükemmel bir vakfiye yazdırttı.  (Bu,vekâlet Arşivi Tapu Defterleri No:20, 27, 167, 251 ) 1127 sene kilise, 481 sene de câmi olarak kullanılan Ayasofya, 1934'de müze...

II. Bayezid (1481 – 1512)

8 - II. Bayezid (1481 – 1512) Babası : Fatih Sultan Mehmed  Annesi : Mükrime Hatun  Doğumu : 3 Aralık 1447  Vefatı : 26 Mays 1512  Saltanatı : 1481 - 1512 (31 ) sene İkinci Bayezid, uzun boylu, geniş göğüslü ve kuvvetli bir vücuda sahipti. Yüzü yuvarlak ve gözleri elâ idi. Cesur ve atılgandı. Aynı zamanda çok halim, selim ve dinine bağlı bir padişahtı. Babası Fatih Sultan Mehmed Han ilmi karşı büyük bir sevgi beslediği için, oğlu Bayezid'e her şeyden evvel kuvvetli bir tahsil vermeyi düşünmüştü.  O devrin en meşhur âlimlerinde ders okutturmuş, bütün İslâmi ilimleri en iyi şekilde öğretmişti. İkinci Bayezid, dinine çok bağlı olduğu için kendisine (Bayezid Veli) denildi. Bayezid Veli, şâirleri saraya toplar onlarla sohbet ederdi. Bayezid Veli çok alim bir zat idi.  Arapça ve Farsçayı gayet iyi bilirdi. İslâmi ilimlerin yanı sıra matematik ve felsefe tahsili de yapmıştır. Çağatay lehçesi ve Uygur alfabesini de öğrenmişti. Hattat ve bestekârdı.  Avni mahla...